Ben K. Çok yoğunum.
Akşamdan beri röportaj yazmakla meşgulüm. Daha seçerek aldığım, okumak için heyecanlandığım kitapları bile okuyamadım. Gözlerim yanıyor.
Size her şeyi en başından anlatayım. Bu sabah, erkenden evden çıktım. Bir otobüs, bir Marmaray ve bir minibüs ile Üsküdar üzerinden röportaj yapacağım yazarın evine ancak ulaşabildim. Kapı duvardı sanki. Defalarca bastığım zile alt kattaki komşusu cevap verdi. Yazar beyimiz bana verdikleri randevuyu unutup tatile çıkmışlar meğerse. Sabahın köründe buraya kadar yorulduğuma mı yanayım, yapamadığım röportaj için gazeteye ne cevap vereceğime mi? Canım fena halde sıkılmıştı. Dönüş yolunda farklı bir güzergâh kullanmak istedim. Her şeye rağmen hava berrak, İstanbul, ne de olsa güzeldi. Üsküdar’dan Marmaray’a değil istikameti Eminönü olan vapura atladım.
Avrupa yakasına adım atıp sahilden Eyüp’e doğru yürümeye başlayana kadar her şey normaldi. Daha doğrusu Ahi Çelebi Camii’nde okunan ezanı duyana kadar. Ezanı duyunca, “İlk vaktinde kılınan namaz gibisi yok” diye düşünerek namazı cemaatle kılayım dedim. Abdest aldım, camiye girdim. Tesbih çekip duadan sonra dayandığım duvarda içim geçmiş. Kendime geldiğimde cemaatin dağılmış olduğunu fark ettim. Benden başka kimsecikler yoktu. Daha fazla dayanamadım.
Gözlerimi açtığımda yanı başımda yeşil kavuk üzerine beyaz sarığı ve bembeyaz sakalı ile sanki geçmiş zamandan çıkagelmiş bir pirifâni buldum. Dudakları kıpırdıyor, elindeki tesbihi mütemadiyen çeviriyordu. Uyandığımı görünce tesbihi cebine koydu. “Demek kaylule yapıyorsun.” dedi. Evet dememe müsaade etmeden elini uzattı. “Ben Evliya.” dedi. “Halk arasında bana Evliya Çelebi derler.” Şaşırdım. Kekeleyerek adımı söylemeye çalıştım ben de. Kocaman bir eli vardı ve elimi sıkmaya devam ediyordu. Elimi, edebiyat fakültesinde öğrenci olduğumu, okumayı sevdiğimi ve bir gazete için tanınmış yazarlarla “nasıl yazdıklarına dair” röportaj yaptığımı öğrenene kadar bırakmadı.
İkimiz de susuyorduk. Hadi o Evliya Çelebi idi de susuyordu, peki benim susmama ne demeli? Bulmuşsun koskoca seyyahı bir şeyler sorsana.
Ne soracağımı düşündüm. Düşündükçe zihnim dağılıyor, başka konulara kayıyor, hatta daldan dala atlıyordu. O sırada telefonumu çıkarıp çekineceğimiz bir selfie ile sosyal medyayı birbirine katmayı, haber bültenlerine konu olmayı düşünmedim değil ama asıl içimden geçen evimdeki seyahatname ciltlerini kendisine imzalatmaktı. Ben keşke Seyahatname’nin ciltlerinden birini yanımda bulundursaydım diye hayıflanadurayım, aramızdaki sessizlik uzadıkça uzuyor, gittikçe rahatsız edici bir boyuta yaklaşıyordu.
İlk heyecanımı atlatmıştım. Peygamber Efendimiz(s.a.v)’i rüyasında görüşünü mü sorsam yoksa gittiği yerler ile seyahatnamesini nasıl yazdığını mı sorsam derken aklıma gazete için yaptığım röportajın soruları geldi. Elimi çantama atmamla hayal kırıklığına uğramam bir oldu. Ne sorular vardı çantamda, ne ses kayıt cihazım, ne de not defteri ile kalemim.
Sessizliği bozan Evliya Çelebi oldu. “Moralin bozuk görünüyor.” dedi. Sabahtan beri başıma gelenleri bir bir anlattım. “Röportaj konun bir yazar olarak benim bile ilgimi çekti.” dedi. İstersem kendisiyle röportaj yapabileceğimi söyledi. “Sorularım çantamda olacaktı ama bulamadım.” dedim. “Ben size aklımda kaldığı kadarını sorsam?” “Neden olmasın.” diye cevapladı. Ciltler dolusu seyahatname kaleme alan bir yazar olarak fazlasıyla mütevazı idi. Şimdiki yazarlar olsa hazırlıksız gelmişsin diye paylamaktan geri durmazlar adamı. Hele bir de yazdığı eseri dilden dile çevrilmiş, baskı üstüne baskı yapmış, çok satanlar listesine girmişse… Gerçi dünya çapında bir eser kaleme almış bir yazar var mı şimdilerde bilmiyorum, varsa da burnu Kaf dağındadır herhalde, bırakın böyle karşılıklı oturup soru sormayı, yüzünü bile göremezsiniz.
Seyahatnamenin tamamını okumamıştım ama seyahatlere çıkış hikâyesini, yazılarındaki kah esprili kah abartılı bir üslup kullandığını biliyordum. Mübareğin kendisi de öyle birisiymiş. Neşeli, nüktedan, zeki. Soruları cevaplarken çok kez espri yapmaktan geri durmadı. Yazarlık ve hatırat yazımı hakkında tüyolar verdiği gibi, hem beni güldürdü hem kendi güldü. Ben sordum, o cevapladı.
Sorularım bitince saatine baktı, “Benim gitmem gerek.” dedi. “Saat tam üçte Karaköy iskelesinden Kara Kıtaya kalkacak gemiye biletim var.” Camiden beraberce çıktık. Elini öptüm, vedalaştık.
Uyandım. Etrafımda namaz kılan birkaç kişi ile birlikte mihrap ve minberi görünce hala camide olduğumu hatırladım.
Camiden çıktıktan sonra en yakın dostlarımdan Semih aradı. Hafta sonu ailecek, İstanbul’a, ziyarete geleceğini söyledi. Fırsattan istifade Ahi Çelebi Camii’nde duvara yaslandığım esnada gördüğüm rüya ve yapamadığım röportajın moral bozukluğu dahil sabahtan beri başıma gelenleri baştan sona anlattım. “Niye üzülüyorsun?” dedi. “Gazeteye Evliya Çelebi ile yaptığın röportajı yazsana, bence bomba olur.” Bunu hiç düşünmemiştim.
Ben K. Akşamdan beri, aklımda kaldığı kadarıyla Evliya Çelebi röportajını yazmakla meşgulüm. Daha tanıtım yazısı yazmak durumunda olduğum kitaplara başlayamadım bile. Ne zamandır yarım kalan birkaç şiirimi, hiç saymıyorum. Başlarına bir oturabilsem yazacağım ama, dedim ya yoğunum işte.

About Unknown

Hi there! I am Hung Duy and I am a true enthusiast in the areas of SEO and web design. In my personal life I spend time on photography, mountain climbing, snorkeling and dirt bike riding.
«
Next
Sonraki Kayıt
»
Previous
Önceki Kayıt

Hiç yorum yok:

Leave a Reply