» » » Yazar mı Yazmaz mı?


Günlerden cuma, vakitlerden akşamdı. Şehzadebaşı’ndan Çemberlitaş’a doğru yürüyordu. Tramvayın gürültüsüne maruz kalan İkinci Mahmud türbesine yaklaşmıştı. Duasını yaptı, çantasını eline aldı.
Beni ilk defa İkinci Abdülhamid’in türbesine bakan tarihi binanın camında görmüştü. Veya ben onu türbenin önünde görmüştüm. Yahut birbirimizi aynı anda görmüştük. Beni aklına orada takmıştı ya da aklına orada girmiştim. Müteessir olmaktan ziyade taaccüp ile nazar eyledi bana. Manamın derinliğini tefekkür etmeye çalışıyordu. Belki de tashih edilmesi icap eden bir kelime olarak görüyordu.
Ben kim miydim? Karlı bir günde dört köşemden tarihî bir mekanın penceresine çift taraflı bantla yapıştırılmış, “yazarlık atölyesi” yazan bir ilanın üzerindeydim.
“Yazarı” ilk burada keşfetmiş. “Ne demek bu yazar?” diye kendine sormuştu. İyi bir yazar olmak için her cuma buradan atölyeye giderdi. Aklından bir sürü şey süratle geçmişti. “Tamam yazar olayım da bu yazar ne demek, nereden gelir, nereye gider, yok mudur bunun bir mazisi?” sorularını şimşek gibi sıralamıştı. Hemen yazara müteşabih kelimeleri saydı. Yazarın yazıcı, yazarkasa gibi kelimeleri çağrıştırması dikkat çekiciydi. Yazar, sadece yazar mıydı?
Yapıştırıldığım pencerede gelecek cumayı beklemeye başladım. Yazar adayı mutlaka yine geçecekti. Zaten başka kimsenin de dikkatini celbetmemiştim. Bu defa, nereden geldiğime dair bir şeyler bulmuştu.
Aslında biz beş şekilde tesmiye olunuyormuşuz: Musannıf, muharrir, müellif, edip, münşi. Nasıl olduysa bizi gümbürtüye getirip beşimize birden yazar demişler. Beş kişinin yaptığı bir işi, yazarın tek başına yapması mümkün mü acaba? Sonra da diyorlar; ortalıkta kaliteli yazar yok. Yazar tek başına kaldırabilir mi o kadar yükü!
Bir hafta daha geçti. Artık ilanım yağmurların etkisiyle nemlenmiş, yazım siliniyor, eskiyordu. Tramvaylar ise, durmak bıkmak bilmeden geçiyordu. Muhtemelen bu hava şartlarına bir hafta daha mukavemet gösterebilirdim. Yazar adayı, beş kelimeyi şerh etmeliydi ki buralara kadar nasıl geldiğimi öğrenmeliydim. Evet, beni tahlil etmiş, aslıma rücû etmem için diğer kelimeleri de zihnine ikame etmişti. Bunu bakışlarından anlayabiliyordum, zeki çocuktu. Kesin, yazı atölyesindeki hocasına sormuştu. Beş adımı tek tek ezberlemişti:
Muharrir derlermiş bana; yazan, tahrir eden, kâtip, gazetede yazı yazan manasında. Şeyh’ül muharririn, yaşadığı zamanın en büyük yazarı demekmiş..
Müellif derlermiş ki ülfetten gelirmiş. Te’lif eden, kitap tertip eden, kitap meydana getiren manasında. Farklı kitaplardan malumatları bir araya getirip bilgiler arasında ülfeti sağlarmış.
Musannıf derlermiş, bir ilmi sınıflandırıp, tasnif ederek kitap yazan manasında. Bu musannıf, kitaplardan bilgi toplama ihtiyacı hissetmeyecek seviyede, ilminde mütebahhir alimmiş. Dinî kitapları kendi sınıfına göre yazanlar için söylenilmesi daha muvafık imiş. Mesela, Arapça nahiv/cümle bilgisi kitabı olan Avamil’i yazan zât için, bu kitabın musannıfı İmamı Birgivî Hazretleri denilirmiş.
Edip derlermiş; edebiyatçı, güzel, sanatlı söz söyleyen veya yazan manasında. Edepli, terbiyeli söz söyleyene de çok edibane yazıyor derlermiş. Edip ifadesi umumiyetle şairlere atfedilirmiş. Hiciv şairi Nef’i de böyle edibane bir söz ser detmiş:
“Akla mağrur olma Eflatun-ı vakt olsan dahi
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mektep ol’’
İzah etmek lazım ise, şair burada der ki; “Eflâtun kadar akıllı bile olsan, kibirlenip büyüklük taslama! Kâmil bir edîb ile karşılaştın mı, küçük bir mektep talebesi gibi ol, onun feyzinden, ilminden istifade etmeye çalış!”
Bir de münşi varmış. Neş’et kelimesinden gelen. İnşa eden, yapan, iyi nesir yazı yazan adam manasında söylenirmiş.
Asıldığım ilanın mekanla reklam sözleşmesi bir aylıkmış. Bu, son haftanın son cumasıydı.
Bizim genç yazar biraz daha ileri gitmiş “Hocasına yazarlığın sırrı nedir?” diye sual eylemiş. Hoca da “Bizde yazar yoktur.” diye beni inkar etmiş: “Yazardan önce alim olmak gerek. Her alim, yazar olabilir; ama her yazar, alim olamazmış. Bilmek, yazmaktan evvel gelirmiş. Sonra amil olmak, sonra da amel etmek lazım ki yaşadığını yazabilesin. Satırdan önce sadrı doldurabilesin ki samimiyetin satırdan sadra intikal edip gönüllere ilaç olsun. Yoksa gönül tarlasını zehire döndürürsün.” Mevzu ile alakalı çok kelam etmiş. Gururuma dokundu biraz. Sonra düşündüm ki, çok da doğru söylemiş.
Bir de Osmanlıca cümle kullanmış. “İlk önce teallüm, sonra tefekkür, ardından yazmaya tenezzül etmek icap edermiş.”
Dedim ya, bu ayın son cuması. Hafiften kar atmaya başlamıştı. Gün batıyordu. Birazdan beni de buruşturup atarlar bu tarihi mekandan. Ama burada durmam iyi oldu, çok şey öğrendim. Yazar adayı ile beraber bir ayda hayli mesafe katetmiştik. Tramvay bu defa Çemberlitaş’tan Şehzadebaşı’na doğru gidiyordu. Bu tarihi mekanların arasına tramvay yapmak, tam da bir travma, diye de söylenmedim değil. Bir aydır buradayım, tramvay geçerken zangır zangır titriyorum.
Bizim yazar adayı ise az ilerde Sultanahmet medanına çıkan Yeniçeriler Caddesi’nde Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin maksadına mugayir kullanıldığını yeni fark etmişti. Tramvay, türbe, medrese ve ben; tarihi mekanda asılı “Yazar” ibareli Yazı Atölyesi, yazar adayımızın zihninde şu edibane nazmı oluşturmuştu:
Cumamız pazar oldu
Ne olduysa azar azar oldu
Edip, musannif, muharrir, müellif, münşi
Hepsi birden “yazar” oldu

About Unknown

Hi there! I am Hung Duy and I am a true enthusiast in the areas of SEO and web design. In my personal life I spend time on photography, mountain climbing, snorkeling and dirt bike riding.
«
Next
Sonraki Kayıt
»
Previous
Önceki Kayıt

Hiç yorum yok:

Leave a Reply