Protestan misyonerler yaklaşık 120-130 sene Osmanlı ülkeleri başta olmak üzere İslam coğrafyasında yoğun faaliyet gösterdiler. Ancak her ne yaptılarsa Müslümanları Hıristiyanlaştıramadılar. Çünkü Osmanlı’nın hukuk anlayışı buna müsaade etmiyor ve de Müslümanlar misyoner faaliyetlerine alaka göstermiyorlardı. “İslam Dünyasında Misyoner Orduları” isimli kitabıyla misyonerler konusuna ışık tutan Ahmet Uçar’la, kitabın ikinci baskısı münasebeti ile bir röportaj yaptık.
“Güney Afrika’da Osmanlı ve Siyasi Sürgünler” den sonra yine çarpıcı bir eser “İslam Dünyasında Misyoner Orduları”. Çok farklı, derin, akıcı bir eser.
“Güney Afrika’da Osmanlı” kitabı yurt içi ver yurt dışından büyük alaka gördü. “Siyasi Sürgünler” kitabı ise farklı düşüncelere sahip kişiler tarafından bile beğenildi. Beğenilmesinin bir sebebi de siyasi sürgünlerle alakalı pek çok ayrıntıyı belgeleriyle gündeme taşımamız oldu. Mesela, bu anektotlardan biri olan, Osmanlılar döneminde sürgün edilen kişilere geçimini temin edecek kadar bir memuriyet verilirken, Cumhuriyet döneminde ne memuriyet; ne de geçimlerini temin edecek bir maaş verilmeme hususu çok dikkat çekmişti.
“Misyoner Orduları” kitabınızda misyonerlerin maksatlarını anlattığınız kısımda altını çizdiğim ve dikkatimi çeken noktalardan biri de şu: “İslamiyet’i Hıristiyanlık esaslarına göre yeniden dizayn etmeye çalışmak”. İslamiyet’in Hıristiyan esaslarına göre dizayn edilmeye çalışılmasının misyonerlerle bağlantısı nedir?
Müslümanlar misyonerlerin kendilerini Hristiyanlaştırmaya yönelik faaliyetlerine alaka duymuyorlardı. îngilizlerin işgal ettikleri Mısır ve Hindistan gibi yerlerde bile, ciddi siyasi yardım görmelerine rağmen misyonerler istediklerini elde edemediler. Bunun üzerine 1906’da misyonerler, Kahire’de bir toplantı yaptılar. Toplantıya dünyanın belli başlı misyoner örgütleri katıldı. Toplantının başkanı olan Samuel Zwemer adındaki Yahudi asıllı Amerikalı Protestan misyoner, burada konuşulan ve tartışılanları kitap olarak da yayınlandı. Toplantıda tutulan raporda İslam dünyasında başarısız olduklarını kabul ediyorlar ve:
“Bu kadar teşkilatlarımız, misyoner elemanlarımız, paramız var; ama bizim Müslümanlardan Protestan yaptığımızın kat kat fazlasını Müslümanlar bizden alıyorlar” diyorlar.
Ve yeni bir metot üzerine kafa yoruyorlar. Nihayetinde “Adsız Hıristiyanlık” diye bir proje tespit ediyorlar ve bu projeyi uygulamaya başlıyorlar. Bu projeye göre Müslümana Müslümanlığı bıraktırmadan onu İslamiyet’ten uzaklaştırmanın yollarını arıyorlar. Ateizm ve İslamiyet’i Protestanlaştırmak üzerine kafa yoruyorlar.
Üzerinde konuştukları belli bir metod var mı?
Bu konuda şöyle diyorlar:
“- Müslümanlara; İslamiyet muhteşem bir gemiye benzer diyelim. Ve onları havaya sokalım,
İslamiyet’in çok büyük, çok kıymetli ve değerli yükleri var. Ancak bu yükler bu gemiye çok ağır gelir, onun için bu yükten birazını atmamız gerekir. Mübahtan, müstehaptan, sünnetten, vacipten derken, farzdan atabildiklerimizi atalım. Gemi karşıya geçse de boş geçmeli.”
Ve bu politika doğrultusunda bazı İslam ülkelerinde dinde reformist kişilerle işbirliği yapıyorlar. Özellikle Kahire Amerikan okulunda bazı hocalarla işbirliği yapıyor, Mısır El Ezher Üniversitesi başta olmak Mısır’daki dinde reformistlerle aynı doğrultuda çalışmalar yapıyorlar.
Misyonerlerle aynı doğrultuda çalışma yapan reformistler kimler mesela?
Mısır El Ezher Üniversitesi ile aynı doğrultuda çalışma konusunu, okulda çalışan İngiliz hocalar da itiraf ediyor. Yaptığı çalışmalar misyonerlerce en fazla takdir edilen kişi Muhammed Abduh’dur. Muhammed Abduh, Sultan Abdülhamid Han döneminde İstanbul’a gelmek istiyor. Hatta İstanbul’a Sultan’ı öven ve kendisinin ehl-i sünnet anlayışında olduğunu ifade eden bir de rapor yolluyor. Bu raporunda medreselerin ıslah edilmesi gerektiğini belirten ve kendisinin de bu iş için İstanbul’a gelmek istediğini anlatan bölümler de ilave ediyor. Sultan ona:
“Hayır, sen İstanbul’a gelemezsin. Çünkü bir kişiye müftülük makamını halife verir. Biz sana böyle bir unvan vermedik. Bu unvanı sana kim verdi?” diye soruyor.
Yani Halife, bu unvanı ona İngilizlerin verdiğini hatırlatıyor. Gaspıralı İsmail de o dönem Abduh’un tesiri altında kalarak o doğrultuda Mısır’da bir İslam Kongresi toplanması için Sultan Abdülhamid’e müracaat ediyor. Sultan Abdülhamid Han merhum onu da ikaz ediyor. Diyor ki:
“Böyle bir proje içerisinde yer alma. Senin İslam için çalıştığını sandığın kişiler din aleyhine İngilizlerle işbirliği yapıyor ve yapacakları reformla İslam’ı Protestanlaştırmak istiyorlar.”
Kitapta misyonerlerin Osmanlı topraklarına ilk gelişleri hakkında da ilginç noktalar var.
Evet, misyonerlerin ilk gelişleri de çok enteresandır. Osmanlı onları ilk önce sıcak karşıladı. Amerika’dan gelenleri Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlerle ticaret ve dostluk kurmak isteyen dindaşları olarak değerlendirdi. Osmanlı, Amerika ile siyasi problemi olmadığından onları kışkırtabileceğini de hesaba katmadı. Ancak Sultan Abdülaziz döneminde asıl niyetleri anlaşıldı. Hatta çok enteresan, ilk defa 1840’lı yıllarda Ermenilerin Patriği Osmanlı yöneticilerini uyardı. Ermeniler Protestanlaşmaya karşı kendilerini korumak için kararlar aldılar. Misyonerlerin samimi davranmadıkları ve azınlıklara yeni bir kimlik inşa etmeye çalıştıkları bu tarihlerde ortaya çıktı.
Asıl niyetleri, kendilerinin ifade ettiği gibi Müslüman denizinde boğulan azınlıklar değildi.
Evet, Amerikalı misyonerler ilk önce zaten
azınlıkların varlığını bile bilmiyorlardı. Onlar Yahudileri ve Müslümanları Hıristiyanlaştırmak üzere Osmanlı topraklarına geliyorlardı. Kudüs’ü ele geçirip hareketin merkezi olarak kullanmak istiyorlardı. Yani bildiğiniz klasik haçlı zihniyeti. Fakat sonra Yahudilerden birkaçı dışında davalarında muvaffak olamadılar. Bundan sonra Anadolu’ya geziler düzenlediler. Bu süreçte eski Doğu Kilisesine mensup Ermenilerin, Nesturilerin, Hıristiyan Arapların varlığını keşfettiler. Kendilerince yeni hedefleri, İslam denizinde boğulmak üzere olan bu azınlıklar oldu.
İstanbul’da misyoner okulu açmaya çalışmaları, ne kadar zorlansalar da bir türlü pes etmediklerini gösteriyor. İstanbul’da misyoner okulu açmak istemelerinin sebebi nedir?
Dünya Müslümanları üzerinde tesir bırakmak istiyorlardı. Bir de şöyle bir şey var: Misyonerler için o dönem Abdülhamid Han ana hedeftir. Çünkü Sultan tahttan indirildikten yaklaşık iki yıl sonra misyonerler Hindistan’ın şimdi Pakistan’dadır ki, Lucknov şehrinde bir kongre yapıyorlar. Şükür ayinleri ile açılan bu kongrede Başkan Samuel Zwemer; “Sultan Abdülhamid tahttan indirildi ve İslam dünyasının beli kırıldı!” diyor.
Kitabın başından sonuna kadar Abdülhamid Han ile misyonerlerin sıkı bir mücadele içinde oldukları dikkat çekiyor.
Abdülhamid Han’ın misyonerlerle mücadelesi hakkında daha başka araştırmalar da var. Bu kitapta Sultan’ın misyonerlerle ilgili ana politikalarına yer verildi. Sultan, misyonerlerin faaliyetlerinin zararlı olduğunu görüyor. Hatta yayınlanan bir vesikada Konya’da açılmak istenen Amerikan misyoner mektebi için valiyi uyarıyor ve diyor ki:
“Bu mevzuda müsaade verirken merkezin haberi olması lazım. Onun için merkezden habersiz bunlara müsaade etmeyin, izin vermeyin. Çünkü izin verirseniz iki türlü mesuliyetle karşı karşıya kalacaksınız: Bir dünyevi mesuliyet, bana karşı mesul olacaksınız. İkincisi uhrevi mesuliyetiniz var. Ahirette de bunun hesabı sizden sorulacaktır.”
Sultan konunun imanî bir mesele olduğunu düşünüyor. Bunun için de bu okullarla ilgili ruhsat verirken önlem alıyor ve buraları müfettişlere denetletiyor.
Kitapta misyonerlerin Müslüman kadınlar aleyhinde diğerlerinden farklı olarak faaliyet yürüttüklerine değinilmiş. Neden böyle bir faaliyet yürütmüşler?
Amerika’da yetişen kadın misyonerler aşırı fikirlere sahip kadınlardan oluşuyor. Çoğu feminizme yakın olan bu kadınların aşırılıklarını Hıristiyan Amerika bile kabul etmekte zorlanıyor.
Bu kadınların en fanatikleri Anadolu’ya gönderiliyor. Bir de misyonerlerin aktif olduğu
dönem Osmanlı’da savaşların çok olduğu dönem. Ve yenilgilerin çok olduğu, erkek nüfusunun azaldığı bu dönem. Birden fazla evliliklerin yaşandığı ve kadının sosyal statüsünün, toplumun her kesiminde olduğu gibi iyi olmadığı bir durum da var ortada.
Bu konu misyonerler tarafından istismar ediliyor.
Kadın misyonerlerin faaliyetleri de bu çerçevede büyük önem taşıyor gibi.
Evet, özellikle kadın misyonerler konusunda şunu vurgulamak gerek: Aslında misyonerlikte kadının adı yok. Böyle de bir tenakuz var. Mesela evli olan bir misyoner kadın kendi adıyla vesikalarda yer almıyor. Kocasının ismi ile yer alıyor. Bayan Johnson bilmem kim. Burada kadının değerinin öyle abartıldığı kadar önemli olmadığını anlıyoruz. Uzun yıllar misyoner örgütlerini hep erkekler yönetmiş, kadınlar onların tabii yardımcıları kabul edilmişlerdir. Osmanlı toplumunda kadına ikinci sınıf gözüyle bakıldığına dair suçlamalar üreten misyonerler kendi teşkilatlanmalarında da kadını her zaman erkeğin arkasına koymuşlardır.
Bu çerçevede Tokat bölgesinde görülen vebayı misyonerler sevinçle karşılıyor. Sebebi ne olabilir?
Evet, kayıtlarda da hadiseden sonra bayram yaparcasına şükrettiklerini öğreniyoruz. “Bizim için burada hastalığın çıkması bir fırsattır” diyorlar. İnsanları tedavi ederken çok detaylı istatistikler tutuyorlar. Tedavi olanları etnik grubuna varana kadar not ediyorlar. Mesela bizim kültürümüzde Müslümanlar tek millet kabul edilir, Türk, Kürt, Arap diye ayrıştırılmazdı. Ama misyonerler etnik kökenini de ayırıyorlar. Çünkü “Nerede bir açık bulabiliriz?”e yoğunlaşmışlar. Çatışma konuları ve istismar edilecek konular ayrı ayrı raporlanıyor.
Kitabın sonlarına doğru misyonerlerin Amerika’nın dünya politikalarıyla entegre olduğunu görüyoruz.
Misyonerler ilk dönemde İngilizlerle birlikte çalışıyor. Birinci Dünya Savaşı yıllarında durum değişiyor. “Hıristiyanlığı yeryüzüne yaymak üzere Hz. İsa tarafından bir devlet vazifelendirilmiş. Bu devlet olsa olsa Amerika’dır” diyorlar. Hatta önce karşı çıkıyorlar savaşa, ama daha sonra raporlarında, “Dünya savaşının çıkması Tanrı’nın bir lütfudur” diyorlar. Bu dönemde artık lider ülke İngiltere değil, Amerika’dır.
Amerika’ya giden faaliyet raporlarının yanında siyasi raporlar da gidiyor. Amerikalı Joseph Grabill bu konuda, “- Misyonerlerin mi Amerika’yı, Amerika’nın mı misyonerleri kullandığı pek anlaşılamadı.” diyor.
Bu dönemde misyonerler Anadolu’nun madenlerini, şehirlerini ve turizmini bile Amerika’ya raporluyorlar. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise misyonerler vasıtasıyla kurulan Amerika’nın gücü Türkiye’de ciddi oranda hissedilir baskı oluyor.
Bir zamanlar Amerika’da her yolun misyonerlik faaliyetine çıktığı görülüyor. Ancak son yıllara geldiğimizde durum değişti mi?
Bizim dönemimizde misyonerliğin Osmanlı dönemindeki kadar olmamasının sebebi 1929’daki dünya ekonomik bunalımıdır. Bu bunalımla misyonerler kendi müesseselerini kapattılar. Hatta 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkınca aralarında “Türkiye’de devam mı etmeliyiz, muvaffak olduk, bırakalım mı?” diye bir tartışma yaşadılar. Yaptıkları mali harcamaların büyüklüğüne bakarak “Kesinlikle devam etmeliyiz” sonucuna vardılar. Bir de,
“Bizim kışkırtmamız ile Ermeniler ve Rumlar Osmanlı ülkesini terk etmek zorunda kaldılar.
Ermenilerin vebali de bizim üzerimizde, onun için kesinlikle devam etmeliyiz!” diye karar aldılar.
Fakat 1929’daki dünya ekonomik krizinde misyonerlerin bütün müesseselerini kapatmak zorunda kaldıklarını görüyoruz. Ondan sonra da örgüt bir daha belini doğrultamıyor. Fakat günümüzde değişik isimlerle varlığını sürdüren dernekler var. Hıristiyan Gençler Cemiyeti onlardan birisi.
Abdülhamid Han’ın tahtan indirilişini misyonerler “Müslümanların belini kırılması” olarak nitelendirmişlerdi. Çok değil, yirmi yıl sonra kendileri de sebebini tam bilemedikleri bir ekonomik buhran neticesinde aynı noktaya geldiler.
Tabi ki her şeyin bir sebep kısmı var, bir de hikmet kısmı. Biz sebeplerini sıralıyoruz, hikmetini ise bilemiyoruz.